Son seçimlerde ülkemiz solunun önemli bir kısmı ülkenin kaderini bir yana bırakarak türlü pazarlıklar ve ayak oyunlarıyla, birbirlerinin üzerine basarak parlamentoya girmeye çalıştılar. Tabutuna son çivinin de AYM-Yargıtay krizi vesilesiyle çakıldığı parlamentonun ülkemizde olduğu kadar dünyada da artık iflas ettiği bir yerdeyiz. Seçimlerin parlamentonun yargının biçimsel olarak varlıklarını sürdürseler bile, fiilen ortadan kalktığı bir dönemden geçiyoruz. Hindistan’da Modi’den Macaristan’da Orban’a, Amerika’da Trump ve Biden’lardan, Rusya’da Putin’e ve Erdoğan’a…. Gücün tek elde toplandığı tek adam rejimleri kapitalizmin sosyal bunalımlarını tetikleyerek krizleri içinde sermayenin ve egemen sınıfların bir tercihi olarak öne çıkmaya devam ediyor.
I
2024, dünyada 2 milyardan fazla insanın oy kullanması beklenen bir seçimler yılı olacak. 70’ten fazla ülkede kurulacak sandıkların bir liberal demokrasi şöleni (!) olmak şöyle dursun, temsil demokrasinin iflas belgeleri olacağı şimdiden görünüyor.
Tüm dünyanın beklediği Amerikan seçimlerinde yarışacak iki isimden biri, neofaşizmin bayraktarı Trump, karşısında ise demokrasi savunucusu(!), yaşlılıktan konuşma ve hafıza bozukluğu yaşamaya başlayan Joe Biden. Yüz milyonlarca yoksul insanın yaşadığı emperyalizmin merkezindeki parlamento şöleninde halka sunulan iki seçenek var; ülkeyi faşist bir milyarder mi yoksa demans hastası “Soykırım Joe” mu yönetmeli? Geçtiğimiz seçimlerde sosyalist söylemlerle çıkış yakalayan Sanders, Cortez gibi isimlerin, peşinen Biden’e bağlılıklarını ve desteklerini bildirmesi ile başka bir alternatifin de önüne geçilmiş durumda.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve kapitalizme geçiş ile demokrasi ve özgürlükler dünyasına atılan, büyük adım olarak sunulan Rusya’da ise Putin’in 5.kez aday. Seçimlerin sonucunu bilmek için sandığı beklemeye gerek yok. Putin, 2020’de bir anayasa değişikliği yaparak seçilmesinin önündeki tek engel olan seçilme sınırını kaldırmıştı. 2024’te sona erecek devlet başkanlığı süresini 2036’ya kadar uzatmıştı.
Seçim bekleyen bir diğer ülke 1,4 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan. Hindistan’da 2014’ten bu yana iktidarını sürdüren faşist Modi bu seçimde de başkasına şans tanımaya niyetli görünmüyor. Açlık, işsizlik, enflasyon ve sağlıkta yıkıma uzanan çoklu bir krizle yüz yüze kalan Hindistan’da Modi, büyük tapınaklar yapma, Müslümanların, göçmenlerin ve solcuların temizlenmesi gibi yeni baskı yasalarıyla iktidarını sürdürmeyi planlıyor. Küresel sermaye merkezleri de Modi’nin seçimi kaybetme ihtimaline endişeyle bakıyor.
Örnekleri daha da artırabiliriz ancak hiçbirisinde halkın doğrudan temsil edilebildiği, sorunlarının siyasallaşabildiği gerçek bir demokrasiden bahsedemeyiz. Bugün dünyada parlamenter demokrasi iflas içerisinde. Sovyetler sonrası dönem tüm dünyada demokrasinin egemenliği olarak pazarlanırken, hakikat tam tersi oldu. Reel sosyalizmin çöküşü ve kapitalist dünyada emek mücadelesinin, halk muhalefetinin geriye çekilerek siyaseten temsilini kaybetmesi ile aslında parlamenter demokrasi de temsil imkanını yitirdi. Tek kutuplu dünyada, emperyalist stratejiyle tam uyum ve sermayenin serbest dolaşımını tahkim edebilmek için, demokrasi kurumları giderek zayıflatıldı, güçler ayrılığı yerine yürütme gücünün artırılmasına yönelindi.
Bugün düzen içi siyasetin sunduğu seçenekler; egemen emperyalist politikaları, sermayedar tercihlerini ve IMF programlarını harfiyen uygulayan, birbirinin kopyası merkez sağ ve sol partiler. Alternatifi ise sistem krizinin yarattığı ağır yoksulluk ve göç dalgasını daha otokratik bir yönelime dönüştürme çabasındaki neofaşist akımlar.
CIA eski Türkiye masası şeflerinden P. Henze’nin CIA için 2006’da hazırladığı raporda da bu düşünceleri görmek mümkün: “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümet ikna ettiğimizde, meclis; meclisi ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. (…) Bir kişiyi ikna etmek birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olur.”
II
Dünyanın pek çok yerindekine benzer şekilde ülkemizde de bir tek adam rejimi hâkim. Parlamentoda ve yargı başta demokratik hak ve kurumların tümüyle etkisizleştirildiği böyle bir rejimin kurulması emperyalizmin politikalarına bağlı olarak gelişmiştir.
Türkiye’de öteden beri gerçek anlamda bir burjuva demokrasisinden söz etmek zaten mümkün olmadı. Özellikle de 1945 sonrasında Amerika’nın soğuk savaş politikalarına bağlı olarak şekillenen devlet yapısı özünde faşist bir niteliğe sahipti. Bu sistem içinde gerek seçimle iş başına gelmiş hükümetler gerekse de askeri darbe yönetimleri aynı baskıcı yapının birbirini tamamlayan iki unsuru olarak işlev gördü. Askeri darbelerin olmadığı dönemlerde de emperyalizme bağımlılık içinde örgütlendirilmiş baskı mekanizmaları, kontr-gerillanın sivil yapıları askeri darbeleri aratmayacak icraatlarını sürdürdü. Bu örgütlenmeler ülkemizde gelişen ilerici hareketleri bastırmak üzere Amerikan politikaları uyarınca, doğrudan CIA ve NATO eliyle örgütlendirilmiştir.
Türkiye’de görece demokratik bir ortam 1960’lar ve 80’ler arasında yaşandı. 27 Mayıs sonrasındaki nispi demokratik ortamı, solun da gelişimine imkan sağladı. Her partiye ülke çapında aldığı oy oranında temsil hakkı tanıyan Milli Bakiye sisteminin çıktısı Türkiye İşçi Partisi oldu, sendikal özgürlükler DİSK’in kurulmasına ve sınıf mücadelesinin başat aktörü olabilmesine imkan verdi. Bu tarihsel koşullar, Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı çerçevesindeki kapitalist dönüşümüne karşı bir toplumsal uyanış sürecini yarattı. Gençliğin anti emperyalist eylemlerinden, 15-16 Haziran’a uzanan siyasallaşma sürecinin önünü kesmek amacı ile 12 Mart darbesi gerçekleştirildi. Çünkü dönemin Genel Kurmay başkanı Memduh Tağmaç’ın sözleri ile ““sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı.”
Yalnız bir askeri darbe ve kontrgerilla örgütlenmeleri, bu uyanış ve siyasallaşma sürecini bastıramamış, kitleselleşen devrimci hareketin 1961’de başlayan demokratikleşme sürecini anti emperyalist ve anti kapitalist bir hizada ilerleyerek muradına erdirmeyi hedeflediği noktada 12 Eylül darbesi ile Türkiye kanlı ve gerici bir dönüşüm yaşamıştır.
12 Eylül darbesi hem zor yoluyla hem de yapısal bir dönüşümle bugün yaşadığımız tek adam rejiminin yolunu açmıştır. 1982 anayasasının getirdiği anti demokratik kuruluşlar, seçim barajı, parti kanunundaki değişiklikler ile yeni bir demokratlaşma sürecinin yaşanmasının kurumsal olarak önüne geçilmiştir. Türkiye’nin Amerikan emperyalizmine bağımlı dönüşümünü bir daha tehdit edebilecek herhangi bir siyasal iradenin oluşumunun önü, yalnızca baskıyla değil, kurumsal dönüşümle de set çekildi.
Bundan sonraki gelişmeler de bu doğrultuda ülkenin tek adam rejimi altında bir siyasal İslamcı faşizme doğru evrilmesi oldu. 2010 referandumu ile yargının ele geçirilmesinden sonra 2017’deki başkanlık referandumu ile bu geçiş tamamlandı.
Türkiye’de tek adam rejimine geçiş de böyle bir sürecin sonunda, 12 Eylül’ün hazırladığı siyasal zemin üzerinden, sermayenin ve Amerikan emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde gerçekleştirildi. Özal, henüz 1992’de, “gelişmiş ülkeler arasına girmek istiyorsak başkanlık sistemi şart” sözleriyle sermayenin hızlı karar alma ihtiyacının altını çiziyordu. Sonrasında koalisyon hükümetleri ve yasama ve yargı güçlerinin yürütme üzerindeki kısmi dengeleyici gücü sermayenin ve Amerikan emperyalizminin ihtiyaçları açısından eleştiri konusu haline getiriliyordu. CIA eski Türkiye masası şeflerinden P. Henze’nin CIA için 2006’da hazırladığı raporda da bu düşünceleri görmek mümkün: “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümet ikna ettiğimizde, meclis; meclisi ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. (…) Bir kişiyi ikna etmek birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olur.”
III
Türkiye’nin 12 Eylül ile yaşadığı süreç, dünyadaki diğer bağımlı ülkelerin kaderinden farklı olmadı. 1974’te Şili’de solcu Allende iktidarı ve devrimci hareketin yükselişi, general Pinochet’nin liderliğinde, kanlı bir darbe ile engellenerek, gelecekte tüm dünyaya egemen olacak neoliberal dönüşüm ilk kez burada denendi. Çünkü ikinci dünya savaşı sonrasında batıda reel sosyalizmin etkisi altında, işçi sınıfının örgütlenerek pazarlık gücüne sahip olduğu, ucuz emek üzerinden kar üretmenin giderek zorlaştığı bir refah dönemi yaşandı. Bu döneme son vermek, başka ‘pazarlar’ bularak ucuz emek sömürüsü ile kar oranlarını artırabilmek için, üretimin merkez batı ülkelerinden çevre ülkelere kaydırılacağı bir stratejiye gidildi. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’in yönettiği bu strateji, Evren’ler ve Pinochet’ler olmadan işleyemezdi. Başarıya ulaşabilmek için çeper ülkelerin hızlı bir liberalizasyonunu, dolayısıyla emperyalizm ve kapitalizm karşıtı her türlü siyasal yönelimin, darbeler, iç savaşlar ve işgallerle en acil ve kesin şekilde bastırılmasını gerektiriyordu.
Emperyalizmin tüm dünyanın kaderini değiştirecek bu neoliberal atılımının sonucunda -ve reel sosyalizmin yıkılması ile de birlikte- merkez ülkelerde işçi sınıfının kitlesel siyasal gücünü kaybetmesi, çeper ülkelerin ise darbeler ve iç savaşlarla bağımlı hale getirilmesi nihayetinde parlamenter demokrasinin de iflasını getirdi. Küresel sistem içerisinde, demokratikleşme süreçleri emperyalist kaygılarla törpülenerek, örgütlü toplumsal hareketlerin siyasal bir iradeye dönüşebilmesinin önüne geçildi. Siyaset alanı sermayenin temsilcileri ile sınırlandı. Parlamenter demokrasi, emperyalizmin çıkarları çerçevesinde giderek zayıflatılarak iflas ettirildi. Türkiye’de tek adam rejimine geçiş de kapitalizmin bu uluslararası yönelimleriyle birlikte, Amerikan çıkarları doğrultusundaki darbelerden başlayarak gelişen süreçlerin sonunda oldu.
IV
Bugün gelinen vaziyette, her yerde karşımıza çıkan tek adam rejimlerinin tüm demokratik zeminleri tahrip etmesiyle oluşturduğu sistem karşısında halkın seçimlere, parlamenter siyasete ilgisi de giderek azalıyor. Türkiye için baktığımızda da büyük bir medya gücünün yarattığı ideolojik manipülasyonların belirleyici olduğu; devletin tüm imkanları, baskı aygıtları ve kurumlarının iktidar lehine devrede olduğu; YSK’nın “mühürsüz oylar” türünden hilelerle oyunun kurallarını istediği anda istediği gibi değiştirdiği ve elbette ABD ve uluslararası sermayenin etkinlikleriyle birlikte sonucu tayin edilen seçimlere mahkum ediliyor.
Böyle bir zeminde sol hareketin parlamentoda var olmayı birincil mesele olarak yürüttüğü siyasetler de -kimi geçici medyatik parlatmaların sonrasında- gerçek mücadele zeminlerinde karşılık üretemeden hızla çöküyor. Ötesinde bu çökmüş burjuva siyaset alanını merkeze alarak yürütülen siyaset tarzı, halkın siyaset arayışlarının, öfke ve tepkilerinin manipüle edilmesi, pasifleştirilmesi dışında bir anlama gelmiyor. Bugün solun yapması gereken şey gözünü toplumsal mücadelelere dikerek, halkın talepleri etrafında örgütlü mücadeleleri büyütmekten başka bir şey değil. Bütün sınıflar mücadelesi tarihinin ortaya koyduğu üzere, demokratik hakların kazanılması da ancak toplumsal mücadelelerinin eseri olabilir.