/
18 mins read

İslamcı Faşizme Dönüşen Cumhuriyet

Yüz yıl önce emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşı sonucunda bağımsızlık ve laiklik temelleri üzerine yükselen eski Cumhuriyet, bugün İslamcı faşist bir rejime dönüştürüldü. Böyle bir dönüşüm, ciddi bir direnişle karşılaşmadan adeta “barış içinde bir karşı-devrim” olarak yaşandı. 

Türkiye devlet yapısı özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Soğuk Savaş politikaları doğrultusunda sömürgeleştirilerek yeniden yapılandırıldı. ABD ile bağımlılık ilişkileri içinde gerçekleşen bu yeniden yapılanma içinde ordudan istihbarat birimlerine kadar devletin tüm kurum ve yapısı dönüştürüldü. Bu süreç aynı zamanda devletin “Kemalist” yapılarının ve partilerinin de ABD’nin Soğuk Savaş konseptine uyumlu hale getirilmesini içerdi. Cumhuriyet birikimlerinin tasfiye edildiği tüm kırılma noktalarında muhalefetteki güçler, bir biçimde sürece -esaslı bir itirazda bulanmadan- adeta nazikçe eşlik etti. 

O nedenle Cumhuriyet’in şimdi nasıl yeniden kurulacağı sorusu da nasıl kaybedildiğinin, nasıl teslim edildiğinin anlaşılmasından geçiyor. 

2. Dünya savaşı sonrasında kapitalist dünya için yaşanan en önemli gelişme ABD’nin ön plana çıkması oldu. O döneme kadar izlediği izolasyonist politikaları terk eden ABD, dışa açılma politikasına yöneldi. Bu gelişmenin temelinde, 2.Dünya savaşı sırasında olağanüstü kârlarla büyüyen Amerikan sermayesinin, yeni yatırım ve kaybı, ABD’ye kapitalist dünyanın liderliğinin kapılarını açıyordu. 

“Böylece 1940’ların ortalarından itibaren ABD egemenliğinde yeni bir dönem başladı. ABD, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra toprak işgallerine dayanan -ve miadı dolmaya başlayan- eski sömürgecilik ilişkilerinin yerine, sömürünün yeni biçimler altında sürdürülmesini mümkün kılacak bir dizi yeni politikayı gündeme getirdi. Bu görünüşte, siyasal bağımsızlığın tanınmış olması, eski sömürgecilik dönemindeki açık işgalle sağlanan güvencelerin daha gizli ve karmaşık bir biçimde sağlanmasını gerektiriyordu (Emperyalizmin gizli işgali)”. (12 Eylül ve Türkiye Gerçeği, Devrimci Yol Savunması, Bireşim Y. s.53) 

Türkiye’nin dönüşümü de bu politikalar doğrultusunda gerçekleştirildi. Bu politika anti-komünizm üzerinden biçimlenmiş ve “Yeşil Kuşak Projesi” ile gerici/faşist akımların güçlendirilmesine yönelik bir ideolojik çerçevede sürdürüldü. 

OrtaSFOTO

II 

Emperyalistler geri kalmış ülkelerdeki egemenliklerini sürdürmek ve bu ülkelerdeki sermaye yatırımlarını güvence altına almak için, o ülkelerde kendilerine çıkar bağlarıyla bağlanmış işbirlikçi, tekelci sermaye kesimlerinin yönetimler üzerindeki etkilerini artırmanın yanı sıra asıl olarak güvenlik örgütlerini denetim altına alacak stratejik alanı haline gelen Ortadoğu olmak üzere, bütün “hür dünya”nın jandarmalığı rolünü üstlenmekte ve Dolaylı Saldırı kavramı da bu çerçevede emperyalist sistem içinde yer alan ülkelerdeki düzene karşı her tür muhalefet hareketini “ABD’nin güvenliğine yönelik dolaylı bir saldırı” olarak kabul etmekte ve muhalefet akımlarını bastırmak için ABD’nin askeri müdahale hakkını güvence altına almaktaydı.” (A.g.e, s.55) 

Bu yeni sömürgeci politikaların en belirgin yanlarından biri, ülkelerin ordularının ve istihbarat yapılarının kontrol altına alınmasıdır. 

1967’de ABD Savunma Bakanı yaptığı bir konuşmada, “Askeri yardımlarımızın asıl amacı, az gelişmiş ülke askerlerini, ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan, gerektiğinde o ülke yönetiminde yararlan- maktır” sözleriyle açıkça ABD’nin, ordunun üst yönetimlerini ideolojik eğitime tabi tutarak kendisine bağlı kıldığını ifade etmişti. Böylece ABD kendisine bağlı işbirlikçi iktidarlar krizlere girdiğinde egemenliğini korumanın aracı olarak askeri yapıyı kontrol altına alacaktı. Türkiye’de bugüne kadar gündeme gelen tüm darbelerde, şu ya da bu biçimde, ABD parmağının olmasının kaynaklarını da burada görmek mümkün. 

Bunun yanı sıra Amerikalılar tarafından geliştirilen kontrgerilla yöntemlerine bağlı olarak, bağımsızlık hareketlerini ve sosyal uyanışları bastırmak üzere Özel Harp Daireleri oluşturuldu. Devrimci Yol Savunması’nda bu gerçekler şöyle ortaya koyuluyordu: 

“1959 yılında (DP yönetiminin) ABD-Türkiye arasında imzalanmış olan “Dolaylı Saldırı Anlaşması” uyarınca, Genelkurmay’a bağlı bir Özel Harp Dairesi kurulmuş ve yine Amerikaların önerisi ile Özel Harp Dairesi’ne bağlı ve tamamen sivillerden oluşan bir örgüt, kontrgerilla oluşturulmuştur. Özel Harp Dairesi o dönemde Amerikan Yardım Heyeti (Jusmat) ile aynı binada çalışıyor ve masraflarını ABD tarafından karşılanıyordu. İşin ilginç yanlarından birisi dönemin başbakanının böyle bir örgütün varlığından 1974 yılında Kıbrıs olayları nedeniyle, Amerikan yardımının kesilmesi ve bu yüzden Genelkurmay Başkanlığı’nın bu örgüt masraflarını karşılamak için örtülü ödenekten yardım istemesi üzerine haberdar olmasıdır.” (s.73) 

İşte emperyalizme karşı verilmiş Kurtuluş Savaşı ile kurulan Cumhuriyet böyle bir süreçte ordusunun Amerikan denetimine alındığı, MİT görevlilerinin maaşlarının Amerikalılar tarafından ödendiği, Mahir Çayan’ın “gizli işgal” kavramıyla açıkladığı yeni sömürge bir ülkeye dönüştürüldü. 

1960’lardan başlayarak 12 Mart’ta 12 Eylül’de ülkenin ilerici, devrimci muhalefet hareketlerini bastırarak, bütün bir devletin dinci ve faşist bir nitelikte dönüşüme uğratılmasının temel taşları böyle biçimlendirilmişti. 

Türkiye, sonrasında da mafyalarla, çetelerle yüzünü göstermeye devam edecek kontrgerilla yapılanmalarının içinde olduğu, “sömürge tipi faşizm” olarak tanımladığımız emperyalizme bağımlılık ilişkileri çerçevesinde adım adım şekillendirildi. 

III 

Türkiye’nin emperyalizme böyle bir bağımlılık içinde yeniden sömürgeleştirilmesinin radikal adımları Demokrat Parti iktidarında atıldı. Ancak, bu yönelim 2. Dünya Savaşı sonrasında İnönü’nün Cum- hurbaşkanlığı görevinde olduğu dönemden başlayarak adım adım hayata geçirildi. ABD devletinin anti-komünist politikaları CHP tarafından benimsenip bir resmi ideoloji haline getirilerek, sözde komünizm tehlikesine karşı ABD emperyalizmine yelken açıldı. 

Bu doğrultuda atılan adımların en önemlisi ve ABD’yle bağımlılık zincirlerinin ilk halkası olan 1947 tarihli “Yardım Anlaşması”ydı. Bu anlaşmanın en belirgin yanı ise yapılan yardımların “ABD Başkanı’nın izni olmaksızın tahsis edilmiş bulunduğu gayelerin dışında kullanılmayacak” olma sıydı. “Truman Doktrini” olarak ifadesini bulan bu yardımlar hakkında, Başkan Truman 1949’da yaptığı konuşmada, bunların “Amerikan güvenliği için yapılmış yatırımlar olarak düşünülmesi gerektiğini” ifade etmiş, Amerika’nın güvenliğinin arttırılması için “yabancı devletlerin askeri güçlerinin arttırmak yönünde gayret sarfedilmesi”ne ihtiyaç olduğunun altını çizmişti. 

Yardım Anlaşması’yla başlayan süreç Türkiye’nin 1947’de IMF’ye katılarak ekonomik bağımlılığın derinleşmesiyle devam etmiş, 1949’da NATO’ya katılım başvurusu ile sürdürülmüştü. Öte yandan da Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından okullara din dersleri konulmasına uzanan bir dizi adımla laikliğin törpülenmesinin yolu açılmıştı. 

Cumhuriyet’in bir NATO ve ABD cumhuriyetine dönüşmesi yönündeki adımlar, Cumhuriyet’in kurucu parti ve liderleri eliyle böyle atıldı. Demokrat Parti (DP) iktidarı ise bu dönüşümün radikal bir uygulayıcısı olarak öne çıktı. DP’nin iktidara gelmesinden sonra 1951’de Türkiye’nin NATO’ya kabulü gerçekleşti. Bunu takip eden askeri anlaşmalarla ABD ve NATO’ya ait askeri üs ve tesisler kurulmaya başlanarak, Türkiye ABD’nin bir askeri üssü ve bölgedeki ileri karakolu haline getirildi. 

Bu dönem aynı zamanda dinciliğin de yine teşvik edileceği, tarikat ve cemaatlerin etkinliklerini arttırmaya başlayacağı bir dönem olacaktı. 

IV 

İsmet İnönü, 27 Mayıs sonrasında Başbakanlık görevini yürüttüğü sırada bu konudaki rahatsızlığını 1964 yılında şöyle ifade edecekti : 

“Daha bağımsız, şahsiyetli bir dış politika takip edilmesini istiyorsunuz. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalar yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu, muvaffak olamazlarsa, işi sürüncemeye bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbirler alıyorlar. Bir görev veriyorum, neticesi bana gelmeden Washington’a gidiyor. Sonucu memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? (…) Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış der- dimize devam tek rapor gösteremediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. (…) Peki, bu binlerce adam avara kasnak gibi mi dolaşıyorlar? Elbette kendileri için önemli marifetleri var. (…) İstiklal Harbi’nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. (…) Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. (…) Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyalar vadederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra sökebilirsen sök… Gitmezler. Ancak, bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika ne de bağımsız iç politika güdebilirsiniz, havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki, kolay bir iştir bu. Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem.” 

Bu süreçteki çarpıcı gelişmelerden birisi de “Johnson Mektubu” olarak bilinen olay oldu. Kıbrıs’ta yaşanan olaylar nedeniyle askeri müdahale kararı alan İsmet İnönü’ye, ABD Başkanı Johnson tarafından, müdahaleyi engellemek üzere bir mektup gönderildi. Bu mektupta, “ABD’nin Türkiye’ye -Yardım Anlaşmaları çerçevesinde- sağladığı askeri yardımları bu müdahalede kullanılmasına izin vermeyeceğini” ifade ediyordu. İnönü mektubun ardından “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye onun içinde yer alır” cevabını verecek ama Johnson’la ABD’de yaptığı görüşmenin ardından Kıbrıs müdahalesinden vazgeçmek zorunda kalacaktı. 

Emperyalizme bağlı bu yeniden yapılanma sürecinin yarattığı krizler karşısında en önemli muhalefet, 1960’lı yıllardan itibaren gençlikten başlayarak, işçi ve köylülerin hak mücadeleleri üzerinden yükselen devrimci hareket eliyle gerçekleştirildi. 

27 Mayıs sonrasında hazırlanan 61 anayasasının sağladığı görece özgürlük ortamının da etkisiyle gelişen bu hareketler anti-emperyalist bağımsızlıkçı bir mücadele çizgisini gençlik başta olmak üzere halkın geniş kesimlerinin eylemine dönüştürerek etkili oldular. DEV-GENÇ’in üniversitelerden köylere uzanarak bütün bir halk mücadelesine damga vuran yükselişinden 15-16 Haziran işçi direnişine ve köylü mücadelelerine kadar, ülkede ilk kez aşağıdan bir toplumsal aydınlanma dalgası yaşanmaya başladı. 

Bu gelişmeler karşısında ise ABD eliyle yeşil kuşak projesi doğrultusunda örgütlendirilen gerici ve faşist güçler devreye sokuldu. Amerikan 6.Filosu’na karşı yapılan eylemlere yönelik saldırıların Kanlı Pazar’la tırmandırılmasıyla başlayan bu şiddet eylemlerinin yetersiz kaldığı noktada, 12 Mart darbesi, toplumsal uyanışın ezilmesi için gündeme getirildi. 

Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın, “toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleri de bunun bir ifadesiydi. 12 Mart’ın önemli sonuçlarından birisi de ordu içindeki karşı-devrimci dönüşüm karşıtı -bir sol cunta tartışmasıyla da anılan- kadroların tasfiye edilerek, İslamcı kesimlerle ilişkisi içerisindeki bir yapılanmanın önünün açılması oldu. 

12 Mart egemen sınıflar için “kalıcı bir istikrar” sağlamakta ve toplumsal muhalefet dalganın kırılmasında yetersiz kaldı. Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılıktan kaynaklanan kriz ortamının derinleşmesi hakim sınıflar içinde de çelişkileri yoğunlaştıran bir etki yaratmıştı. Bunun karşısında ise ülkenin her yanında ilerici, devrimci hareketler büyük hızla gelişti. 

Bu 12 Mart’ın dizginlemekte yetersiz kaldığı ilerici hareketin bastırılması için Özel Harp Dairesi bünyesinde örgütlendirilmiş kontrgerilla ile onun MHP ve Ülkü Ocakları üzerinden kurulu sivil faşist güçleri, MİT ve orduya uzanan devletin tüm güvenlik kurumlarınca örgütlü bir saldırı dalgası yürütüldü. Maraş’tan Çorum’a uzanan mezhepsel ayrışmayı körükleyen katliamlardan, aydınların ve bilim insanlarının öldürülmesine uzanan acımasız bir iç savaş bu güçler eliyle sürdürüldü. Bu gelişmeler Amerikan denetimindeki ordunun sıkıyönetimle adım adım devreye sokulmasından 12 Eylül darbesiyle açık faşizme uzanacak bir seyirde ilerletildi. 

Amerika’nın “Bizim çocuklar başardı” sözleriyle selamladığı bir darbe, tam da “Dolaylı Saldırı” kapsamında bir Amerikan müdahalesi olarak gerçekleşti. Amerika, Türkiye’deki gelişen ilerici muhalefet hareketleri kendi egemenliğine karşı bir risk olarak görerek askeri müdahaleyi gündeme getirdi. “Artık gülme sırası bizde” diyerek cuntayı selamlayan TÜSİAD ve tekelci sermayeden, Kenan Evren’e cennet müjdeleyen F. Gülen’e ve “fikrimiz iktidarda” sözleriyle darbeyle arasındaki bağı ortaya koyan A. Türkeş’e kadar egemen sınıfların arkasında dizildiği bu darbe, Cumhuriyet’in karşı-devrimci dönüşümünün en önemli kırılma noktalarından birisi oldu. 

VI 

12 Eylül’le birlikte uzun zamandır uygulanan Türk-İslam sentezi devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Sonrasında askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirmeye çalışacak olan F. Gülen’in tarikatına benzer yapıların devlet eliyle önü açıldı ve toplumun en küçük hücresine kadar nüfuz eden bu tarikatlar başta eğitim olmak üzere bürokrasinin tüm kademelerine yerleştirilmeye başlandı. Devrimci, ilerici muhalefetin tümüyle bastırıldığı böylesi bir ortam içinde, Türkiye, Amerikan emperyalizminin yeni liberal politikalarıyla birlikte dincilleştirme doğrultusunda radikal bir dönüşüme tabi tutuldu. 

Sendikaların etkisizleştirildiği, toplumsal örgütlenmelerin dağıtıldığı bir ortamda sermayenin özelleştirmelere ve işçilerin kazanılmış haklarının yok edilmesiyle ilerleyecek sürecin en önemli ideolojik dayanaklarından birisi olarak dincilik, devlet eliyle geliştirildi. Siyasal İslamın örgütlenmesi kendilerinin ileri sürüldüğü üzere toplumun kendi doğal yapısından kaynaklanan gelişme dinamikleri üzerinden yükselmemiştir. Ülkemizde siyasal İslamın palazlanmasında özellikle emperyalizmin anti-komünist bir panzehir olarak görerek verdiği destek ve mali yardımların önemli bir payı olmuştur. 12 Eylül sonrasında sömürü sistemine toplumun razı edilmesi için din, egemenlerin bir silahı olmaya devam etmiştir. Özal’la birlikte ilerleyen neoliberal dönüşüm sürecinin bir başka özelliği de tarikatların “sivil toplum” adı altında görünürlük kazanarak ticaret ve siyaset alanının etkin gücü olarak ortaya çıkması olmuştur.

Özal’la başlayan bu süreç özellikle reel sosyalizmin yıkılışı sonrasında sermayenin dünya çapında sınırsız hareket yetisi kazandığı küreselleşme ile bir yeniden yapılanma süreci olarak yaşanmaya başladı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanmaya başlayan ithal ikameci modele ait kurumlar, siyasi yapı ve iktidar ilişkileri uluslararası sermeye ilişkilerinin belirleyici olduğu yeni dünya düzenine göre dönüştürüldü. Devletin bu yeni düzene göre yapılanması iktidar yapısı ve ilişkilerinde de bir değişimi gündeme getirdi. 

AKP’nin iktidara gelmesi böyle bir sürecin sonucunda, eski iktidar ilişkilerinin de tasfiyesi olarak gündeme geldi. Böyle bir süreç 90’larda kontrgerillanın Kürt savaşı eksenindeki suikastlarından Uğur Mumcu’ların, Sivas’ta aydınların katledilmesine uzanan gerici ve faşist katliam ve provokasyonlarla süren kaotik bir dönemin sonunda gerçekleşti. 

AKP’nin iktidara gelme sürecinde en belirleyici etmen ise ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik yeni politikaları oldu. 

VII 

12 Eylül sonrasında palazlandırılan siyasal İslam, uluslararası sermeyenin yeni politikalarıyla bütünleşmiş ve ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik saldırılarını yeni bir pazar alanı olarak gören yeni yeşil sermayenin yönelimleriyle birlikte özellikle ABD ve ABD’nin desteğini arkasına alarak iktidar koltuğuna oturdu. 

Bu dönüşümün en önemli temel taşlarından birisi Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında ortaya konulan politikalar oldu. ABD, BOP çerçevesinde Türkiye’nin İslamcı bir rejime dönüşerek bölgenin kontrolünde etkin bir rol oynamasından yana bir siyaseti ön plana aldı. ABD’nin, Orta Doğu’yu kontrol altına alma planı, bölgedeki anti-Amerikancı unsurların tasfiye edilmesi ve “ılımlı Islamcı” bir iktidar kuşağı ile coğrafyanın kontrol altına alınmasına dayanıyordu. Bunun için de Türkiye’nin laik ve modern yapısının köklü bir dönüşüme uğratılarak, Orta Doğu için “model ülke” haline getirilmesi gerekiyordu. AKP’nin kurulması ve sonrasında iktidara gelmesi, ABD’nin bu politikalarına bağlı olarak ve doğrudan ABD eliyle gerçekleştirilmiştir. 

Sonrasında AKP’lilerin uzun yıllar dillerinden düşürmeyeceği “Yeni Türkiye” kitabının da yazarı CIA Eski Türkiye masası şeflerinden G. Fuller, 2000 yılının başında şu sözleri söylüyordu: 

“Türkiye, yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe. Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon partilerinde büyük deprem yaratacak. Fazilet Partisi’nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. (…) Yeni oluşum kar topu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye’de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek.”

Türkiye’de devam eden siyasal süreç, G. Fuller’in dahiyane öngörülerine (!) uygun şekillendi. 28 Şubat’la Milli Görüş lideri Erbakan’ın temsil ettiği eski çizginin yerine Erdoğan ve Gül’ün önünün açılması, RP’nin parçalanarak AKP’nin kuruluşuna gidecek sürecin başlatılması, Ecevit’in Başkanlığı’nda yürütülen DSMHP-ANAP koalisyonunun ekonomik krizin ağır etkilerinin yaşandığı dönemde -Bahçeli’nin erken seçim çağrısıyla- fişinin çekilmesi… AKP’nin iktidara geleceği koşullar adeta adım adım yaratıldı. 

ABD’nin Irak’a müdahale ile başlayacak yeni sürece tam uyumlu bir iktidar oluşturma ihtiyacıyla birlikte ilerleyen bu sürecin sonunda AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara gelirken, Erdoğan henüz başbakanlık koltuğuna oturmadan Beyaz Saray koridorlarında ağırlanarak -sonrasında gururla söyleyeceği- BOP Eş Başkanlığı görevine getirildi. 

AKP iktidarıyla birlikte Türkiye hızla AB dolayımlı demokratikleşme görüntüsü altında, siyasal İslamcı bir dönüşüm doğrultusunda şekillendirilmeye başlandı. G. Fuller’in “Yeni Türkiye” kitabında da ifadesini bulan, İstanbul’un “yeni hilafet merkezi” olarak Orta Doğu’nun kontrolünde kilit rol oynaması ve bunun için de Cumhuriyet’in kalan ilerici birikimlerinin tasfiye edilmesi bir Amerikan projesi olarak yürürlüğe konuldu. Bu yolla devlet içinde ABD politikalarına itiraz eden -eski iktidar ilişkilerinin- bürokrasi ve ordu içinden tasfiyesinden 2010 referandumunda yargının ve devletin çekirdeğinin AKP ve Cemaat’in eline geçmesine kadar bir dizi hamle, bu politika doğrultusunda gerçekleştirildi. 

VIII 

Böyle köklü bir rejim değişikliği süreci, aynı zamanda kimi muhalefet hareketlerinin de liberal bir demokratikleşme adına ortaya konulan budalalıklar peşinde sürüklendiği, bu yolda sol hareketlerin (Cemaat ve AKP destekleriyle) parçalanmaya ve AKP projesine uyumlulaştırılmaya çalışıldığı bir dönem olarak yaşandı. Bu dönemin önemli kırılma noktalarından birisi, 2010 referandumuna giden süreçte bir darbe-demokrasi ikilemi etrafında tüm toplumun ve muhalefetin, sözde demokrasi adına AKP’nin arkasına dizilmeye çalışıldığı süreçti. 

O dönem öncesinde solda da “darbe mi demokrasi mi?” ikilemi etrafında sürüp giden tartışmalar hakkında görüşlerimizi burada kısa da olsa hatırlatmakta fayda var.

“Sistem giderek İslami despotik bir yapıya evriliyor. Geçmişte siyasi cinayetler işleten, darbeler yaptıran aynı emperyalist güçler, bugün İslami tarikatların ve onların siyasal sözcüsü konumundaki AKP’nin arkasında ve bu kez belki de daha baskıcı bir sistemi onlar eliyle kuruyorlar. Nitekim uygulanan yeni liberal politikalar, daha fazla baskıyı, daha fazla ideolojik çarpıtmayı, dine sarılarak tevekkül içerisinde itaat etmeyi gerektiriyor. (…) Dolayısıyla, bugün AKP eliyle yaratılan yeni rejime karşı mücadele esas görevdir.” (Devrimci Siyaset İçin Güncel Yönelimler Broşürü, 2007, s.10) 

Siyasal İslamcı rejimin adım adım inşa edilmesi, böyle bir sürecin sonunda bürokrasiden CHP’ye sözde Cumhuriyet’in temsilcileri olan yapılarının teslimiyetiyle birlikte, sermayenin desteği ve 2010 referandumunda “yetmez ama evet”ten “boykot”a uzanan liberal ihanet ve yanılgıların sonucu olarak gerçekleşti. CHP ise Baykal’ın -anayayası delerek- Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasal olarak açması ve sonra- sındaki muhalefet çizgisi; Kılıçdaroğlu’nun MHP ile Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermesi ve en son seçimde sağın bütün renkleriyle koalisyon oluşturarak solun renklerini silikleştiren Kılıçdaroğlu adaylığı ile her kritik aşamada yapılan yanlışlar rejimin ayakta kalmasında etkili oldu. 

Olup bitenlere bakınca Erdoğan’ın iktidarda kalması kendi güçleri bir yana çoğunlukla da muhalefetin “yüksek bir marifeti” sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu da özünde emperyalizme bağımlı sömürü sistemin tüm yapılarıyla birlikte muhalefet hareketlerini de dönüştürmüş olmasında aranmalı. İktidarı ve muhalefetiyle sistemin tüm yapı ve partileri siyasal İslamcı ideolojik örüntüyle birlikte ABD ve NATO sisteminin askeri ve ekonomik ilişkilerini sürdürmeyi önceleyen bir çizgide dönüştürülmüş durumda. Eski Cumhuriyet’in laiklik ve bağımsızlık temelli ilerici birikimlerinin tasfiye edilerek tarikatı, cemaatiyle ve sokaklarda hilafet çağrısı yapan gerici güruhlarıyla emperyalizme bağımlı İslamcı bir cumhuriyete dönüşmesine elbette şaşırmamalı. 

Bunun ötesine geçilerek cumhuriyetin yeniden kurulması ancak devrimci bir halk muhalefetinin, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadele ekseninde yükselmesiyle mümkün olabilir. Ülkenin elli yılı aşkın zamandır sürerek bugünkü karanlığa erişen gerçekleri de bunun bir kanıtı olarak ortada duruyor. 

Previous Story

İrticadan iktidara: Siyasal İslamcı rejimin yolunu kimler açtı?

Next Story

Emekçi Halkın Birleşik Mücadelesi Yolunda 1 Mayıs

Son Yazılar

Yumruklu Yıldıza Saygı

Yıllar geçtikten sonra hala geçmiş devrimci hareketi orasından burasından çekiştirmek yerine, yumruklu yıldızın yolundan giderek, dünyanın

Seçimlerde Sol

Sınıflar mücadelesinin dinamiklerini hesaba katmayan, siyasal mücadeleyi egemen klikler arası bir mücadeleye indirgeyen bir bakış açısı

Halkın Gazetesi Demokrat

“DEMOKRAT, halka ait olan ne varsa, halkın aydınlık geleceğine, iyiye, güzele, doğruya, kardeşliğe, özgürlüğe ait ne

Yaparsan Yol Olur

Seçim sonuçlarının kendiliğinden ülkenin geleceği açısından tek adam rejiminden kurtuluşa götüremeyeceği; sürecin devrimci bir dönüşümün yolunu